Tuesday, May 12, 2009

Tüketim üzerine...

Tüketim üzerine...



Kendini tekrarlamak her anlamda hoş bir şey değildir ki, söz konusu olan ürettiğiniz bir şeyi tekrarlamaksa kısır döngüye girme tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. Uzun zaman önce tüketim kültürüyle ilgili bir yazı yazmıştım. Aradan zaman geçti, fakat fark ettim ki hiçbir şey değişmemiş, hatta daha da kötüye gitmişti. Bu yüzden aynı paragrafla yazıma başlıyorum.

Türkiye’nin politik, ekonomik ve kültürel açıdan başına gelen tüm değişim ve dönüşümler bilimsel kaynaklarda genel olarak 1980 yılı öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılır. 1980 yılında alınan kararlar doğrultusunda önümüzdeki dış ticaret engeli kalkmış ve Türkiye mal bolluğuyla tanışmıştı, başka bir deyişle lüks tüketim ürünleriyle. Bütün bu geçiş dönemini 1980 yılı ve sonrasında doğanlar sanki bir masalmış gibi büyüklerinden dinleyerek büyüdüler. Evet! Galiba biz gerçekten büyüdük. Peki kendimize ve çevremize karşı olan farkındalığımız da bizimle beraber büyüyebildi mi?

Bu soruya objektif cevap verebileceğime inanmıyordum, ama kısa bir süre önce RTÜK tarafından yayından kaldırılan bir yarışmada Bill Clinton’ı tanımayan, Irak’ın başkenti’ni Lübnan sanan, Pavarotti’ye bakıp Bill Gates mi diyen ya da Semra Özal’ın fotoğrafına bakıp ismini aldığı kopyalarla anca söyleyen birinin konuşmasının devamında “Bunun eşi de vardı. Imm şey… sanatçı kendisi?” demesi programın başından beri gülmekten gözümden yaş geldiği anları bırakıp gerçekten elimden kumandayı fırlatacak kadar sinirlenmeme neden olmuştu.

Büyümekten ve farkındalıktan bahsederken ne kadar cahilliğin içinde boğulup gidildiğini atlamışım sadece, yoksa başka gözümden kaçırdığım bir şey yok. “Biliyoruz, öğreniyoruz ve kendimizi her geçen gün geliştiriyoruz, ama bir o kadar da hayatın içinde boğulup gidiyoruz. Hiç kimsenin suçu değil aslında tüm bu olanlar. İçinde büyüdüğümüz ve özelliklede gençlerin tüketimini hedef alan bir sistemin merkezindeyiz. Belki de doğru kavram birçok yerde karşımıza çıkan yabancılaşmadır. İçinde bulunduğumuz çevrede kendimizi tanımlamak için devamlı tüketiyoruz. Kendi kişiliğimizden ziyade bizi giydiğimiz kıyafetler ya da farklı şekillerde tükettiğimiz ürünler tanımlıyor. Toplum içerisindeki konumumuzu belirlemek ve kendimizin belirli bir tabakaya ait olduğunu adeta ispatlamak için tüketime hatta lüks tüketime mahkum hale geldik.” diye yazmıştım birkaç sene önce. Ne kadar da iyimser yaklaşıyormuşum o zamanlar. Bu aslında bizim suçumuz değil, sistemden dolayı mecburuz tüketmeye diye düşünüyormuşum. Popüler kültürün kendi çıkarları doğrultusunda hedeflediği tüketim çılgınlığı çığlık atıp kaçmak istediğim bir boyuta ulaştı.


Sanatı bile tüketmeye başlamadık mı?





(Bu konuda sayfaların yetmeyeceği kadar söyleyecek çok sözüm var... Yazıyı bir yerde yayımlama olanağım olsaydı, Tolga Türk'ün yazım için çekmiş olduğu fotograflara da yer vermek istiyordum. Beni bu kadar iyi anladığı ve çektiği harika fotograflar için ona teşekkür ederim...)


Ağustos 2007 - İstanbul

Sunday, May 3, 2009

Bazen...

En başından beri olmayacağını bildiğin bir şeyin hayalini kurmak zamanla anfetamin gibi bedenini zehirliyorsa, hayal kurmanın bir keyif olduğundan kim bahsedebilir?

Geçmişin yükü bedenine ağır geliyorsa, ondan nasıl kurtulabilirsin? Nefes almakta zorlanıyorsan, oksijen takviyesi almak işe yarar mı?

Sil baştan bir hayata başlamak keşke yeni bir dfter ve kalem alıp ona yazı yazmak kadar kolay olsa... olmaz mı?

Yalnızlık, pişmanlık, özlem -özellikle de geçmişe karşı olan- tek bir ilaçla geçse, bu sefer herkes mutlu mu olurdu? Mutlu olduğu için de sonsuz bir mutsuzluk yaşar mıydı?

25.12.07 / Nişantaşı